Mekânların insani duygular uyandırmasına hep hayranlık duydum. Bizi geçmişe götüren hislerin, çoğu zaman büyük şeylerde değil; küçük, sessiz anlarda ortaya çıktığını fark ettim.
Bazen bir pencereden süzülen ışık huzmesinde,
bazen duvar dibinde büyüyen bir bitkide,
bazen de mutlu bir kahvaltının etrafında toplanılan yuvarlak bir masada…
Mimarlığı bu yüzden sevdim. Bana hissettirdiklerinde anlam buldum.
Bir mekân tasarlarken, yalnızca bugünü değil; orada büyüyen bir çocuğun, hayatı boyunca aynı hisleri tekrar tekrar yaşayabilmesini düşünürüm. Bahçesinde sosyalleştiği, merdivenlerini koşarak çıktığı, pencereden dışarı bakarken hayallere daldığı, ağladığında saklanabildiği, arkadaşlarıyla kırıp dökebildiği odaları olan mekânlar…
Her biriktirdiğim anı, mekânın içindeki hislerimi de beraberinde taşır. Sevdiğimin beline sarıldığım mekân, müzik bestelediğim mekân, küçük çocuğa gülümsediğim mekân, mutluluktan dans ettiğim mekân…
İnsanlarla ayrı ayrı bağ kurduğum, gerildiğim, sakinleştiğim, dönüştüğüm mekânlar. Mekânlar benim için, bağ kurduğum ruhların evidir.
Bu yüzden mimarlık, benim için yalnızca yapı üretmek değil; insanın hayatına eşlik edecek duygulara alan açmaktır.